9 Mart 2015 Pazartesi

2014- 2015 Sezonu Tiyatro Oyunlarından İzlenimler- Volume 1....

Bu sezonun tiyatro oyunlarını incelediğim yazı dizisinin ilkine şu ana kadar izlediğim  dört Devlet Tiyatrosu oyunu ile başlamak istedim. Muhtesem Gatsby' e de bilet aldım. İlerleyen günlerde oyunu izledikten sonra Muhteşem Gatsby hakkındada izlenimlerime burada yer vermeyi istiyorum.

Haydi başlayalım o zaman bu seneki seyir defterinden izlenimleri yazmaya :)



        GÜNEŞ BATARKEN BİLE BÜYÜK

2 Perde- 2 Saat 30 Dakika
Yazan: Kazım Akşar
Rejisör: Kazım Akşar
Puanım: 8 / 10

2014-2015 sezonu öncesi repliklerinin argo olduğu gerekçesiyle kültür bakanlığının bu oyunun kaldırılmasını istemesi ve prömiyerinin ileri bir tarihte yapılması söylemesinin ardından DT Genel Müdürü Mustafa Kurt'un istifa etti. Bu olayın medyaya yansıması ve uzun süre gündemi meşgul etmesi üzerine bir çok kişi gibi bende bu oyunu merakla bekledim.

   
                                      


Öncelikle oyunu klasik oturma düzeni ve sahnesi aşina olduğum Cevahir Sahne’de izledim. Uzun zamandır devlet tiyatroları sahnelerinde gittiğim oyunlarda dekor konusunda yaşadığım hayal kırıklığının aksine salona girdiğim andaki manzaradan adeta büyülendim. Devlet tiyatrolarında görmeyi özlediğimiz profesyonellikte bir yaklaşımla ustaca her ayrıntının düşünüldüğü, estetik olduğu kadar sahneden maksimum düzeyde faydalanılacak şekilde kurgulanan  ve sahneyi tümüyle dolduran müthiş bir dekor seyirciyi selamlıyordu. (Yukarıdaki resimde görebilirsiniz.) Kostümler içinde aynı başarı sözkonusu. Bu anlamda bu sezon izlediğim ilk oyun olduğu düşünülürse benim için oldukça iyi bir başlangıç ve de seçim olduğunu söyleyebilirim.

3 saate yakın, iki perdelik oldukça uzun bir oyun olan Güneş Batarken Bile Büyük’te Alman roman yazarı, şair, ressam, doğabilimci ve aynı zamanda oyun yazarı olan Goethe’nin hayatı anlatılıyor. Oyun Weimer şehrinde, Goethe’nin evinde geçiyor. Oyunda Goethe’nin uzun yıllar üzerinde çalıştığı eseri olan “Faust”, evliliği ve kadınlarla olan ilişkileri ön planda. Oyunda Fransız devrimi generali Napolyon Bonapart, Goethe’nin evine ziyarete geliyor. Oyunda Goethe’nin fransız devrimine bakış açısı ele alınmakla birlikte en iyi Alman dram yazarı olarak ve “Haydutlar” özgürlükçü tiyatro eserinin yazarı olarak bilinen Frederich von Schiller ile dostlukları konu alınıyor. Bunların yanı sıra, Goethe’nin karısıyla olan ilişkisi ve ona bağlılığı, Karısının da Goethe’ye olan sadakati gerçekten etkileyi bir şekilde işlenmiş. Goethe’nin karısı için söylediği şöyle bir söz yeralıyor oyunda: “Benim iki Tanrım var; biri sen, biri uyku. İkiniz de iyi geliyorsunuz bana." Oyunda bir başka dikkat çeken nokta da, Goethe’nin kız kardeşi Cornelia’ya olan bağlılığı ve sevgisi. Goethe’nin zaafları, çelişkileri, içinde yaşadığı korkuları ile birlikte aşktan nasıl beslendiği ve ilham aldığı işlenmiş.

Metinde ele alınan çoğu Goethe repliğinin bir anda beni alıp götürerek düşüncelere sevkettiğini, bir anda kendime gelip devam eden oyuna dönerek" aa burda ne oluyor şimdi ya" dediğimi hatırlıyorum. “Hayat kısa, sanat uzun” bunlardan sadece bir tanesi.

Oyunculuklara bakıldığında, kalabalık oyuncu kadrosu genel olarak başarılıydı. Ön plana çıkan üç isim; Reha Özcan (Ki bence bu rol adeta bu oyuncu için yazılmış.), Ayla Baki Yücesoy ve Meral Bilginer.

Bu arada dekor ve kostümün yanısıra kullanılan kuklalara da bayıldım.  Ve bu kuklalarla anlatım daha da pekiştirilmiş.

Oyunla ilgili sadece iki noktanın rahatsız edici olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ilki oyuncu seçimi ile ilgili. Sözlükte de eleştirildiği üzere Kont rolündeki karakterin repliklerindeki Adana şivesi beni oldukça rahatsız etti. Bir diğer rahatsız edici bulduğum nokta ise Napoleon karakterini oynayan oyuncunun oyunun bitiminde seyirciyi selamlama ve alkış bölümüne katılmamış olması. Televizyon dizilerinden tanıdığımız ünlü oyuncuyu görmek ve takdir etmek isteyen bir çok kişiye büyük saygısızlık olduğunu düşünüyorum. 

Bu iki sıkıntı dışında bence bu yıl izlediğim en güzel oyunlardan birisiydi diyebilirim. 





MERAKLISI İÇİN ÖYLE BİR HİKAYE

2 Perde- 2 Saat 
Yazan: Sait Faik Abasıyanık
Oyunlaştıran: Savaş Dinçel
Yöneten: Murat Çidamlı
Puanım: 9 / 10

Öncelikle İstanbul’da, Devlet Tiyatrosu biletlerinin çılgınca kapışıldığını gördükten sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan o günün akşamında oynanacak oyuna oldukça güzel bir yerden bilet bulabilmenin şaşkınlığını bir kaç saat yaşadıktan sonra oyun üzerinde düşünmeye başlayabildim sanırım. Oyun Tunalı'da Şinasi Sahnesi’ndeydi. Öncelikle önden beşinci sıradaydık, fakat koltuklar aşağıdan yukarıya doğru yeterince yükselerek dizilmediğinden sanırım sahne göz hizasının oldukça yukarısında kalıyordu ve bu da oyunu rahatsızca izlememi sağladı. Bu nedenle eğer Ankara' da bu sahnede bir kere daha oyun izlemek istersem daha rahat görebilmek adına arkada yer alan koltukları tercih etme kararı aldım. 

2 perde ve tek oyuncudan oluşan oyun önemli türk öykücülerinden Sait Faik Abasıyanık’ın hayatından kesitleri ve öykülerini içeriyor. Oyunda yer alan tek oyuncu Erdinç Doğan ses tonuyla 80’ler sonu 90’lar başında çocuk olmuş her kişiye gayet tanıdık geldi. (Susam Sokağı’nda Kırpık karakterine yaptığı dublaj ile tabiikide.) Fakat Doğan’ın görüntüsünün Sait Faik gibi şapkası ve mantosuyla hafızalarda yer etmiş bir halk adamı ile kıyaslandığında bir iki tık fazla Avrupai olduğu izlenimini yarattı bende. Yani Erdinç Doğan bu rol için çoğu zaman sempatik ve samimi olmaktan çıkıp yakışıklı ve şık bir role büründü. Erdinç Doğan’ın öyle karakteristik  bir görünüşü varki ben kendisini uluslararası bir firmanın genel müdür koltuğu dışında herhangi bir yere oturtamıyorum. Dolayısıyla oyunda yeralan müzik, dans ve görsel efektleri çoğunlukla Doğan’ la bütünleştiremedim.

Fakat tek kişilik bir oyuna canlılık katmak adına ne gerekiyorsa bu,  müzik, dans ve görsel efektler ile verilmeye çalışılmış. Bu konudaki emek bence takdiri sonuna kadar hak ediyor. Tek kişilik çoğu oyunda olduğu gibi tek bir oyuncunun kapasitesi ve oyunculuğunun başarısına sığınılarak boşverilmemiş. Seyirciye verilen önem gölge oyunlarının modern karakterlerle yansıtılmasından tutun, kukla kullanımı ve barkavizyon gösterimlerine kadar bir çok görsel unsur ile oyuna yansıtılmış. Oyunda konu ve metne gelirsek nur içinde yatsın sevgili Savaş Dinçel’ i eleştirmek değil benim kimsenin haddine düşmez. Elden gelen sadece şu güne kadar yaptığı tüm işleri incelemek, feyz almak ve tekrar tekrar üzerlerinde düşünmek. 

“Bir insanı sevmekle başlar her şey” gibi sevilen Sait Faik dizelerinin yanı  sıra dönemin ünlü sanatçılarının yapıtlarınada oyunda yer veriliyor. Örneğin Sait Faik’in yakın arkadaşı olan Orhan Veli’nin meşhur dizeleri "Yüz karası değil, kömür karası, böyle kazanılır ekmek parası". Bu da oyunun metninin güncel olaylar gözönüne alınarak revize edildiğini, seyirciye, yapılan işe verilen önemi bir kez daha vurguluyor. 

Oyun Anadolu’nun göbeği Ankara’da seyirciye İstanbul ruhunu başarılı bir şekilde yaşatıyor. Tiyatro salonu çıkışındaki koridorda Sait Faik’in eşyaları ve kitaplarından oluşan ufak bir sergi camekanda seyircilerle buluşturuluyor.

Bu arada ekim 2013’te  oyun esnasında Erdinç Doğan' ın düşüp yaralamasıyla oyun yarım kalmış. (Bir önceki hafta da asma merdivenler kırılıp düşmüş.) Oyun sırasında kendisini havaya kaldıran halatın kopması sonucu yaklaşık üç metreden şiddetli bir şekilde yere düşmüş, hemen toparlanıp kanlar içinde oyuna devam etmek istese de dayanamayıp "arkadaşlar bileğim kırıldı, kafam yarıldı, devam edemeyeceğim, özür dilerim" deyip sahneden ayrılmış. İlk başta seyirci bu kazayı oyunun bir parçasıymış sanıp şaşkın şaşkın beklesede sonrasında gerçekliğini farketmiş. 

Başlangıçta tersliklerle başlasada bence oynanan sahnenin oturma düzeni ve oyuncu seçimi sorunlarını görmezden gelirsek oyunu çok başarılı buldum. Herseyden önemlisi izleyiciye verilen önem ve değerle birlikte oyun, bir usta dört dörtlük bir oyunda nasıl anılabilir ve yeni gelen nesle aktarılabilinirin en büyük kanıtı. Ankara'da yaşıyorsanız ya da Ankara' ya yolunuz düşerse mutlaka izleyin diyorum. 




 
                                                                 SEVGİLİ HAYAT

1 Perde- 1 Saat 15 Dakika
Yazan: Funda Özşener
Yöneten: Metin Belgin
Puanım: 6 / 10

İstanbul’da gitmek istediğim fakat bir türlü denk gelmeyen oyunlardan biriside “Sevgili Hayat” idi.  O kadar şanslıyım ki Ankara’da bu oyuna denk geldim ve de oyunu normalde İstanbul’da oynadığı sahnelerden daha büyük ve eski bir sahne olan tarihi Küçük Tiyatro’da balkonda izleme şansım oldu.

Öncelikle biraz Küçük Tiyatro’dan bahsetmek isterim:
27 Aralik 1947 tarihinde acilmis olan tiyatro salonudur. Ankara'da donemin unlu yapilarindan Evkaf Apartmanı'nın altında dekor ve kostum deposu olarak kullanilan mekan, Muhsin Ertuğrul tarafindan hükümet destekli bir projeyle tiyatro salonuna cevrilmistir. Burada sahnelenen ilk oyun Ahmet Kutsi Tecer'in "Köşebaşı" adli oyunu olmustur.


                                               

Küçük Tiyatro sahnesi ve oyunun dekoru yukarıdaki fotoğrafta  görülebilir.  

"Sevgili Hayat" oyununa gelmek gerekirse bir İzmir aşığı olarak oyunun içeriğini okurken Smyrna kelimesini duyduğum anda bu oyunu mutlaka görmeliyim dedim. Dekorunu oldukça başarılı bulduğum oyun tek perde idi. Oyun, iki oyuncudan ve tek perdeden oluşuyor. 

Oyunculuk olarak seyirci genel anlamda sinema ve televizyondaki projelerde sık karşılaştığımız Yeşim Gül’e tezahurat etsede ben Ebru Aytürk Evren’ in başarılı oyunculuğu kadar güzel sesi ve dansıylada rolün ve oyunun hakkını verdiğini düşünüyorum.

Oyunun konusuna gelince hikaye Mübadele Dönemi' nde Smyrna'da, biri gitmeye diğeri kalmaya çalışan iki kadının hayatı üzerine kurulu. Savaşın tüm şİddetiyle sürdüğü dönemde iki rum kadınının çevresinde ilerliyor oyun: yaşını başını almış şarkıcı Eleni ve evsiz genç kız Lena. Oyunda yüzünü görmediğimiz fakat haklarında birçok bilgi verilenlerden en önemlileriyse Dimitri, Theodora, Kayıkçı, Mustafa ve Costa.

Işıklar sönüp oyun başladığında Lena rolündeki Ebru Aytürk Evren duruyor, yürüyor, koşuyor, ağlıyor, gülüyor, dans ediyor, şarkı söylüyor... Kısacası harika bir performans sergiliyor. Eleni rolündeki Yeşim Gül ise rolünün verdiği ağırbaşlılığı taşıdığından olacak, daha durgun ve daha az hayat dolu.

Oyun bitince insan savaş, aşk, savaşta aşk, umut, hayâl kurmak, ait olmak gibi kavramlar üzerine bolca düşünme fırsatı buluyor. Çok derin ya da sürükleyici bir oyun beklentisi içinde olmadığınız sürece oyundan memnun ayrılacağınızı düşünüyorum. Bir başyapıt değil tabi ki fakat izlemeye değer.





İKİNCİ DERECEDEN İŞSİZLİK YANIĞI

2 Perde- 1 Saat 40 Dakika
Yazan: Ali Cüneyd Kılcıoğlu
Yöneten: Elif Erdal
Puanım: 4 / 10

Bu oyun hakkında bir çok şey yazacağım sanırım. Ama mahallesef bir çoğu negatif anlamda.

Öncelikle oyunu Üsküdar Stüdyo Sahne’de izledim. Koltukları numarasız olan bu sahneye ikinci gelişim oldu.  Daha önce bu sahnede izlediğim oyunda izleyiciler duvar kenarında yer alırken sahne ortadaydı.  Yani sahnenin etrafı üçyüz altmış derece koltuklarla çevriliydi. Fakat bu sefer sahne ve oturma düzeni klasikti. Yani sahnenin önünde sıra halinde önden arkaya koltuklar diziliydi. Sahne oyun düzenine gore şekillendiriliyormuş. Oturma düzeni için oluşturulan klasik bir sistem yerine işlevsel bir salon oluşturulmuş ve bu deneysellik bence oldukça hoş.

Oyuna gelirsek birden fazla ödül almış oyunun içeriği ve konusu oldukça ilgimi çekti. Bu arada oyun hakkında yazılan bütün eleştiriler o kadar olumluyduki oyuna büyük beklentilerle geldiğimi belirtmeliyim. Adından da anlaşıldığı üzere üniversiteden mezun olan bir kişinin iş arayışı sırasında başından geçenler, işe alım süreçleri ve karşılaştığı yeni ik yöntemleri,  iş arayan birisi olarak benimde çoğunlukla hayretle gözlemleyerek tiye aldığım bir konudur.

Oyunun konusu ve içeriğinden bahsetmek gerekirse; Oyun, 2001 ekonomik krizi ile başlıyor. Teknik Üniversite'de Meteoroloji Mühendisliği okuyan gencimiz, üniversiteden hemen sonra askere gider. Askerden dönünce de iş aramaya koyulur. Bu sırada ekonomik kriz patlak verir. Oyun, gencin iş arama süreçlerinde başına gelenleri anlatan bir kara komedi. Karakter seyirciye  başından geçen maceraları bir hastanenin psikiyatr kliniği koridorunda anlatmakta. Psikiyatr ile randevusu vardır ve 113. sıradadır. Sıra birden (rakamla 1) başlar ve oyun süresince ilerler. Bu süreç boyunca geçmiş olayları geriye dönerek canlandırır. Bu canlandırmalar esnasında, bazı bölümler karikatürlerle desteklenmiş. Kendisine sıra geldiğinde bu süreç sonunda delirdiğini anlıyoruz ve oyun burda sona eriyor.

Bu oyunla ilgili en büyük hayal kırıklığım sanırım metinle ilgili oldu. Yani aslında günümüz şirketlerinin ik departmanları stratejileri zaten başlı başına bir komedi olduğu için gözlem yapmayı tercih etmek yerine neden bu kadar gerçek dışı monologlar tercih edilmiş olduğu oyunun başından sonuna cevaplayamadığım en büyük sorum oldu sanırım. Bugüne kadar katıldığım hiçbir iş görüşmesinde bana mezun olduğum bölümümü açıklamamı istemediler örneğin. Ya da işe alımlarda bahsi geçen portör muayenesi gaita kültürü ve mikroskobik incelemesi, akciğer röntgeni ve burun boğaz kültürünü içerir. İdrar tahliliyle herhangi bir ilgisi yoktur. Metin yazarının sidik yarıştırma esprisini yapabilmek için idrar tahlilini ara sokmasını bu konuda ufak bir fikri olan bile rahatça anlayabilir. Bunun dışında metinde ele alınan işealım süreci eleştirilerinden tek başarılı bulduğum unsur işverenin işe aday elemana tamamen insanlık dışı, tek taraflı kişisel menfaati açısından bakması oldu. “Mısırda piramitler yapılırken bile çalışan işçilere arpa ve bira verilirdi.” sanırım oyun boyunca beni yakalayan ve bana realist gelen tek replikti.Bunun dışında anlatımı destekleyen karikatürleri de oldukça amatörce buldum.

Dekora gelirsek demirden kelebek kanatlarının üzerinde duran objeler oyun hakkında seyirciye gereğinden fazla ipucu veriyordu bence. Taraftar atkılarından kahramanın maça gideceğini, köpek tasmasından karakterin köpek gezdireceğini etrafımdaki çoğu insan anlayıp arada bu düşüncelerini birbirleri ile paylaştılar. Dolayısıyla bu da bana genelde günümüzde populist tv dizilerinde kullanılan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı kuramını hatırlattı. Seyirci oyunun sonuna kadar tahmin ettiği bu sahnelerin gelmesini bekledi, beklenen sahneler geldiğinde ben demiştim deyip doyuma ulaştı. Fakat tiyatro geneline baktığımızda daha sanatsal ve izleyiciyi çabaya anlamaya davet eden bir yaklaşımın varlığını görürüz. Bu tarz populist yaklaşımlar genellikle tv ile sınırlı kalır. Dolayısıyla bu da benim için oyunun bir dezavantajıydı.

Diyaloglara, oyunun işleyişine ve oyunculuğa gelirsek öncelikle tabikide iki perdelik bir oyunun yükünü tek bir oyuncunun sırtlanması oyuncu için oldukça zor. Dolayısıyla aynı zamanda başarılı bir şekilde kotarıldığında o oyuncunun kariyeri açısından oldukça büyük bir fırsat. Fakat ben oyunculuktada büyük bir beklenti içince olmama rağmen başarılı bir kotarmaya şahit olduğumu söyleyemeyeceğim. Aksine sürekli hızlı bir şekilde sıralanan repliklerin bir çoğunda oyuncu kelimeleri yutuyordu ya da oyuncunun dili sürçüyordu.

Diyaloglarda da oyuncunun seyircilerle yer yer şakalaşıp yer yer seyirciye çatmasıyla seyirci daha çok oyunun içine çekilmeye çalışılmış, ama bence bu da olmamış. Çünkü sonuçta bu senaryo üzerinden giden bir oyunda doğaçlama sözkonusu olamaz. Oyuncu seyirciye soru sorup, bir şey söylediğinde seyirci çoğu zaman cevap vermek ve vermemek arasında kaldı ve sonuç olarak cevap vermeden gülümsemeyi tercih etti. Yani başarılı bir şekilde çift taraflı devam eden interaktif bir deneyim yerine tek taraflı bir sataşma ortaya çıktı. Eğer bu tarz deneyimlere merakınız varsa Suadiye Metin Zakoğlu Tiyatrosu'nda yer alan bir çok oyun bu konuda gerçekleştirilen başarılı örnekler arasında yer alabilir. İzlemenizi tavsiye ederim.

Oyunu genel olarak ele alırsak herhangi bir üniversitenin tiyatro klübünde yer alan herhangi bir oyun gibiydi bence. Öyle bir oluşumda bu oyun sergilenseydi oldukça başarılı bulurdum fakat bir toplumun en üst seviyedeki tiyatro kurumu olan devlet tiyatrolarından herhangi birinde bu kadar amatör bir oyunun nasıl yer aldığını gerçekten anlayamadım. Son yıllarda şehir tiyatrolarının devlet tiyatrolarından çok daha profesyonel olduğunu düşünüyorum ve bu oyunda bu kanımı kendi içimde bir kez daha doğrulamamı sağladı. 

Sonuç olarak devlet tiyatrolarının gidişatı konusunda duyduğum endişe bu oyunla daha da büyüdü sanırım. Ekşi sözlükte yeralan çoğu yorumda da ufak olsada değinildiği gibi çoğu zaman bir tiyatro oyunundan ziyade stand-up gösterisi izlediğim izlenimine kapıldım oyun bitiminde. 



2014- 2015 Sezonu Tiyatro Oyunlarından İzlenimler- Volume 1 yazımı burada sonlandırıyorum. Volume 2' de Şehir Tiyatroları oyunlarından izlenimlerde görüşmek üzere.... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder