29 Nisan 2012 Pazar

Şahane Misafir


Şahane Misafir

Yönetmen: Ferzan Özpetek
Oyuncular: Elio Germano, Beppe Fiorello
Film İtalya,Türkiye - Dramatik komedi

 Sonunda beklediğim Ferzan Özpetek’in son filmi Şahane Misafir (Magnifica Presenza)’i izleyebildim. Ferzan Özpetek’in son 3 filminde tam olarak aradığımı bulamama rağmen bu filmi beni yine kalbimden vurdu.
   Şahane Misafir, hayatını bir fırında/pastanede kruvasan yaparak kazanan Pietro'nun öyküsünü anlatıyor. Pietro, aşık olduğu adamın peşinden Roma'ya gelmiş, uzun vadede oyunculuk yapma hayalleri kuruyor. Kuzeninin yardımıyla kendine bir daire tutuyor. Yalnız yaşamaya alışık olmadığından, bu onun için yeni bir hayatın başlangıcı. Ancak takıntılı ve hayal dünyasında yaşamaya fazla meyilli biri Pietro. Şimdi böyle birinin başına gelebilecek en talihsiz durum, yeni evini bir grup hayaletle paylaşmak herhalde.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ünlü bir tiyatro kumpanyası olan Apollonio grubu, o zamanlardan beri bu evin içinde mahsur kalmış. İşin kötüsü, ölü olduklarının veya ne kadar vakit geçtiğinin farkında değiller. Dışarıda hala bir savaşın sürdüğünü zannediyor, yakınları için endişeleniyorlar. Pietro da onlara yardım edebilecek tek kişi.




Özpetek, hayaletli ev filmi kalıplarını kendi temalarıyla birleştirip keyifli bir komedi/drama çıkarıyor ortaya. Pietro'nun özgüven sorunlarını yenmesi ama bu sırada çevresindekiler tarafından deli muamelesi görmesi, tiyatro grubunun geçmişine dair esrar perdesinin aralanması, pırıl pırıl bir işçilikle aktarılıyor perdeye.
 Film sürprizlerle dolu özellikle travesti ve transeksüellerin çalıştığı, Sezen Aksu şarkısıyla hepten coşup bambaşka bir dünyaya dönüşen trikotaj atölyesi sahnesi mesela, buna en güzel örnek.
Apollonio tiyatrosu oyuncularının sonu ölümle bitmiş özgürlük mücadelesi ve buna sebep olan kişi üzerinden, hayatta "salt" sanattan daha önemli şeyler olduğunu söyleyip kendince politik bir tavır da alıyor. 
Cem Yılmaz filmde kilit bir rolde oynamıyor. İtalyan bir kadınla evlenip Roma'ya yerleşmiş olan Yusuf, hayaletlerden biri sadece. Diğerlerinden daha fazla komedi sahnesi yazılmış tabii ona ama yine de yan bir rol Cem Yılmaz, zaten istisnasız başarılı bir oyuncu kadrosu içinde, üstüne düşeni layıkıyla yerine getiriyor. Bu arada son derece düzgün bir İtalyanca ile oynuyor olması da takdire şayan. Ancak filmin yıldızı, başroldeki Elio Germano. Vücut dilinden mimiklerine kadar, gerek komik gerekse duygusal sahnelerde dört dörtlük bir performans veriyor oyuncu.

Neticede keyifli bir seyirlik Şahane Misafir... Pietro'nun komşusuyla arasında başladığını sezdiğimiz yakınlaşmayı ille bir finale bağlamaya gerek duymaması, seyirciye kafasında tamamlayacağı bir şeyler bırakması da Özpetek'in ne kadar rahat ve kendine güvenen bir öykücü olduğuna yorulabilir. 

28 Nisan 2012 Cumartesi

Lüküs Hayat


Yaklaşık 2 haftadır üzerine yazmak istediğim Lüküs Hayat’tab bahsetmek istiyorum bugün. Evet sonunda Lüküs Hayat’ı izleyebildim.
 Dile kolay tam 26 yıl. Evet “Lüküs Hayat” Opereti 26 yıldır sahnelerde oynanıyor.
    1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş bir operet olan Lüküs Hayat’ı bilmemek mümkün mü? Şarkısını duymayan biri var mıdır sanmıyorum.

 
“şişli’de bir apartıman
yoksa eğer halin yaman
nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar
iki tane otomobil
biri açık, biri değil
aşçı, uşak, hizmetçiler
dolu mutfak, dolu kiler
hanım gider, sen gidersin
gündüzleri çaydan çaya
gece olur, davetlisin
ya dineye ya baloya
hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat
yaz gelince adadasın
mayo giymiş kumlardasın
etrafında güzel kızlar
canın çeker, burnun sızlar
hanım motorla dolaşır
hanım serbest, kim karışır
takarsın şeyleri bazı
dünya böyle sen ol razı
sen de kendi hesabına
topla akşam etrafına
sarıları, esmerleri
kır şampanya kadehleri
hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey,
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat”

    
    Usta oyuncu Zihni Göktay 26 yıldır başrolde oynuyor.Kendine has uslübuyla seyirciyi gülmekten kırıp geçiriyor.

   Gerçi oyun 1933 yılında yazılmış. Oysa Zihni Göktay’ın sözlerinin bir çoğu günümüz insanını anlatıyordu. Taşlamalar bu gün için yapılıyordu. Örnek olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta “One Minute”, “Ben bir daha Davos’a gelmem” sözü “Ben bir daha bu konağa gelmem” şeklinde veriyordu.
    "Lüküs Hayat” Opereti, aslında, kültür çatışmasını ele alan bir oyun. Türk Toplumunun Batıcılık anlayışının yanlışlarını dile getiren ve bu anlamda da içine düştüğü komik durumu dile getiren bir oyun.

    Daha Osmanlı döneminde gerilemeye başlayan devletin, çıkış yolunun Batı’da olduğuna karar verilmiş ve Batı’ya öğrenciler göndererek oradaki tekniğin, ilimin, bilimin ülkeye getirilmesi istenmiştir. Ama bu düşünce, yanlış algılanarak batıcılığın sadece dış görüntüsü alınmış ve taklit yaparak o anlayış ortaya konulmaya çalışılmıştır. Tabii böyle olunca da bir çok komik durumlar ortaya çıkmıştır.

    Türk Toplumunun Batı ile yüzleşmesi sonucunda ortaya çıkan gülünç yönler bu oyunda ele alınmıştır. İnsanlar, kendilerini modern, alafranga göstermek için Batının yaptığı hareketlerin aynısını; hatta daha da ileriye giderek yapmaya başlamıştır. Tangolar, balolar, partiler...

    Psikolojik olarak bakılacak olursa insanların bazen kendilerini kendilerinden daha üstün kişilerin yerine koyduklarını söyleyebiliriz. Bu durum toplumlarda da kendini gösterir. Bazı geri toplumlar, kendilerini, bazen kendilerinden daha üst seviyede bulunan zengin toplumların yerine koyabilirler. Bu da gülünç durumlara yol açabilir. İşte “Lüküs Hayat” bu durumu ortaya koymak için yazılmış çok güzel bir eser.

    Rıza ve Fıstık zengin evlerini soyan, küçük hırsızlıklarla geçimini sürdürmeye çalışan ve bu nedenlerle durmadan karakola düşen iki kişidir.

    Bir gün bir konaktan elmas çalmak üzere işe koyulurlar. Girdikleri evde bir maskeli balo vardır. Bu nedenle Rıza ile Fıstık’ın kim olduğu şüphe çekmez. Rıza’yı ünlü, çok zengin Zonguldaklı işadamı Rıza zannederler. Ve böylece “Lüküs Hayat” başlar.

    İkili, Batılılaşma özentisi içine düşmüş kişilerin arasına düşmüştür. Aslında orada bulunanların hepsi de zengin olmayan, ama kendilerini olduklarından fazla göstermeye çalışan yiyici takımıdır. Kendilerinden pek fazla farkları yoktur.

    Oyun tamamen çıkara dayanan, insan sevgisinin olmadığı, adalet kavramının kalmadığı mesajlarla yüklü. Bunu Rıza, Fıstık için söylediği “Bir koyun çalanı 30 yıl hapse atarlar. Sürüyü götüren ile ticaret yaparlar” sözleriyle dile getiriyor.

    Oyun, müziklerle, efekt ve ışıklarla göz dolduruyor. Kalabalık bir kadrosu var. 3 saat boyunca sıkılmadan, büyük bir zevkle izleniyor.

    Oyun sonunda oyuncuların selamlamaları ile birlikte slayt gösterisi yapılarak , bu oyunda daha önce rol almış ve bu dünyadan göçmüş sanatçılar gösteriliyor. Tabii bunlar arasında Suna Pekuysal çıkınca herkes duygulanıyor. Herkesin gözleri doluyor ve bir alkış tufanı kopuyor...

    Oyunun yönetmeni Haldun Dormen, koreografi Selçuk Borak, Sahne Tasarımı Canan Göknil, Yönetmen yardımcısı Savaş Barutçu

    Oyuncular: Zihni Göktay, Şenay Saçbüker, Savaş Barutçu, Ayşegül İşsever, Münir Kutluğ, Derya Kurtuluş, Cem Karakaya, Aslı Aybars, Ali Gökmen Altuğ, İrem Arslan Aydın, Uğur Arda Aydın, Çağrı Hun, İlhan Kilimci, Betül Kızılok, Tuğrul Arsever, Ümran İnceoğlu, Samet Hafızoğlu, Yılmaz Arda Alpkıray, Doğan Şirin, Özgür Dağ, Müge Çiçek, Nurseli Tırışkan, Ceysu Aygen.



19 Nisan 2012 Perşembe

31. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ



Bu geçen film festivaline filmekimi kuyruğunda 6 saat bekledikten sonra gitmeme kararı almıştım. Fakat tesadüfen günler sonra gişeye sorduğumda bilet bulunduğunu söylediler ve bende 4 filme bilet aldım. Aşk Perisi, Tepedeki Ev, Mutluluğa Boya Beni ve Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir. İlk filme annem geldiği için gidemedim ve onu arkadaşıma verdim, diğerini ise arkadaşımın yurtdışından gelen ıphoneunu pasaportuma işlettirme sırasında 1 günüm heba olduğu için kaçırdım. İlk izlediğim film Mutluluğa Boya Beni idi. Ve o kadar şanslıyımki filmin yönetmeni ve yazarı da gelmişler Fransadan.


MUTLULUĞA BOYA BENİ (LE TABLEAU)

Fransa, 2011 yapımı Mutluluğa Boya Beni: Yönetmen Jean-François Laguionie. Laser altyazılı bu güzel canlandırma filmde, tastamam'lar, yarım'lar ve eskiz'ler bir tablonun içinde yaşamakta, boyanmışlıklarına göre belirlenmiş hiyerarşinin sıkıntısını çekmekteyken, içlerinden bir kaçı tabloyu tamamlaması için ressamı bulmaya yola düşerler. Senaristin yaklaşmakta olan Zamanların Sonu'nda deneyimleneceğini düşündüğü bir üst boyuta geçişi çağrıştıran, -dikeyde ve yatayda- tablolardan tablolara geçerek yaptıkları yolculuğun bir yerinde boyalar ve fırçalar bulurlar. Sonunda biri, daha az zahmetli olduğu için artık manzara resimleri yapmakta olan ressamı deniz kıyısında bulur, kısa bir sohbet sonrası yine yola koyulur; bu kez amacı ressamı kimin boyadığını bulmaktır.

Le Point dergisinin “Yılın en yaratıcı ve şiirsel Fransız filmlerinden biri” diye nitelediği Mutluluğa Boya Beni (Le Tableau), iktidara dair en güzel sorgulardan birinin örneğini sunarken, sınıfsal, etnik fark etmeksizin tüm ayrımcılıkların köküne bir soru işareti bırakırken, animasyon türündeki en muhalif işlerden birinin bu kadar naif bir dili olması, gerçeklik, gerçeğin ötesi gibi fazlasıyla felsefi kavramları da ele alan filmin en önemli avantajlarından biri haline geliyor.

Film uzun zamandır izlediğim en iyi animasyondu. Her detayı beni büyüledi. İnsan her karede ayrı bir metafor buluyor ve ben nasıl bunu düşünemedim dercesine kıskanıyor.



EKÜMENOPOLİS (UCU OLMAYAN ŞEHİR)

“İstanbul Film Festivali tarihinde Ulusal Yarışma'ya katılan ilk belgesel olan 'Ekümenopolis' 'büyüme yalanı' altındaki İstanbul'un neo-liberal politikalarla nasıl bir yıkıma gittiğini gözler önüne seriyor. Gökdelenler, gecekondular, tüneller, köprüler, tarihi binalar arasında dolaşan kamera İstanbul'un geleceği ve İstanbul'a sahip olanlar hakkında çok şey söylüyor. Hep söylediğimiz gibi Emek Sineması'nın kapatılmasının nedeni de, gökdelenlerin AVM'lerin çoğalmasının nedeni de aynı çünkü” şeklinde özetlenen film, İstanbul’daki kentsel dönüşüm hareketleri ve mekansal ayrışma üzerinden temellendirilmiş. Fakat bana çok fazla didaktik ve tek yönlü geldi. Anlattığı herşeye sonuna kadar katılmama rağmen şeytan olarak sunulan karşı tarafa biraz daha söz verilmeli bence.

1 Nisan 2012 Pazar

Bu Sezonun Tiyatro Oyunlarından İzlenimlere Devam..


Bu dönem yine evimde bol misafir olduğu için bi süredir yazamadım. Ve de bir noktadan başlamak istedim. Bu süre içinde şehir dışından gelen misafirlerimi genelde şehir tiyatrolarına götürdüm. Onlar içinde farklı bir deneyim oldu. İlk oyun "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi" diğeri ise "Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum".


MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ

1 perde

Yazan: Ziya Osman Saba

Yöneten: Can Doğan

Puanım:7/10

Oyun adından dolayı oldukça ilgimi çeken, çok izlemek istediğim bir oyundu.

KONUSU ŞÖYLE: Ziya Osman Saba’nın aynı adlı eserinden uyarlanan oyun, Saba’ya ve bir çok diğer yazara bir saygı duruşu niteliğinde. 1940’lı yılların İstanbul’un da geçen oyun, bir memurun fotoğrafını çektirmek için fotoğrafçıya gelip poz vermesiyle başlıyor. Daha sonra fotoğrafçıdaki fotoğrafları çekilen insanların nasıl olupta hep gülümseyip, mutlu oldukları üzerine sorular sormaya ve bunun üzerine çeşitli anılarını anlatmaya başlıyor. Genel olarak bize dönemin İstanbul’undan manzaralar sunan oyun, yine aynı fotoğrafhanede bir türlü yeterince mutlu bir ifade takınamadığı için fotoğrafçının memurun fotoğrafını çekemeyeceğini söylemesi üzerine son bulur.

Kostüm seçimleri, dekor ve ışık iyiydi. Başrol oyuncusu Uğur Arda Aydınsa tek kişilik bir oyunun ( fotoğrafçının yaklaşık 10 cümlelik performansının dışında) altından başarılı bir şekilde kalkabilmiş. Diyaloglar, yer yer kopsamda sürekleyiciydi. Fakat oyuncunun mikrofon kullanması hoşuma gitmedi. Fakat yer yer söylediği şarkılarla sesininde ne kadar güzel olduğunu kanıtladı. Sanırım mikrofonda bunun içindi. Oyunun arasında yapılan fotoğraf slayt gösterisi yazarla birlikte birçok önemli Türk yazarına yapılan güzel bir saygı gösterisiydi. Fakat ben bu oyundan çok bekleyip gittim, tamamen fotoğrafhanede ve daha çok fotoğraf odaklı olmasını sanırım. Bunun içinde aslında iyi bir oyun olmasına rağmen oldukça hayal kırıklığına uğradım :(



BEN SİNEMA ARTİSTİ OLMAK İSTİYORUM

2 perde

Yazan: Neil Simon

Yöneten: S. Bora Seçkin

Puanım:8/10

Oyun, bu sezon yine en çok görmek istediğim oyunlardan birisiydi.

KONUSU ŞÖYLE: Libby Tucker, on altı yıldır görmediği babasının yanına geldiğinde nasıl karşılanacağını bilmiyordur. Hollywood’da senaryo yazarı olan babası Herbert Tucker, onun sinema artisti olma hayallerine yardım etmesini ister. Fakat baba buna şiddetle karşı çıkar.

Bu karşılaşmayla başlayan geçmişin sorgulanmasına, babasının kız arkadaşı Steffy ile arasındaki sorunlar da eklenince gerilim artar. Genç bir kızın hayalleriyle, hayattan düş kırıklıklarından yorulmuş bir adamın birbirlerini nasıl etkilediğine ve birbirlerine nasıl ihtiyaç duyduklarına tanıklık edilen oyun, bu baba kız hikâyesinde, içten içe sessiz sinemadan başlayarak sinemanın gelişimi, sorunları, insandaki yansımaları da işlemekte...

Kostüm seçimleri, dekor ve ışığı beğendim. Oyunculuklarıda mükemmel bulmamakla birlikte beğendim. Oyunun en eğlenceli yanı çocukluğumun Seç Bakalım yarışmasının sunucusu Erhan Yazıcıoğlu’nun oyunda yer alması. Kendisini oldukçada başarılı buldum. Diyaloglar ve karakterlerle oldukça eğlenceli bir oyundu. Oldukça keyifli vakit geçirdim ve beğendim.